Miğfer Dibi Savaşı

helms-deep

Miğfer Dibi Savaşı

Borular öttü. Atlar gerildi ve kişnedi. Mızraklar, kalkanlar üzerinde takırdadı. Derken kral Thengel oğlu Theoden elini kaldırdı ve ani bir rüzgârın patlak vermesi gibi Rohan’ın son ordusu, yıldırım misali atlarını Batı’ya doğru sürdü. Edoras boşalmıştı.

Ak Dağlar’ın eteklerindeki tepelerde kuzeybatıya doğru uzanan, üzerinden çok gelinip gidilmiş bir yol vardı; onlar da bu yeşil topraklarda bir alçalan bir yükselen, minik ama hızlı nehirleri üzerinde bir sürü sığlık olan bu yolu takip ettiler, ileride uzaklarda, sağlarında Dumanlı Dağlar yükseliyordu; onlar ilerledikçe gitgide daha kararıyor, daha yükseliyorlardı. Güneş yavaş yavaş battı önlerinde. Ardından akşam oldu. Ama ordu yoluna devam ediyordu. Geç varmaktan korktukları için ellerinden geldiğince hızla sürdüler atlarını; çok nadir durdular. Rohan atları çok hızlı ve dayanıklıydılar, ama aşılacak mesafe de çok uzundu. Edoras’tan İsen ırmak geçitleri yaklaşık kırk fersahtı.

Ordu, İsen Geçitleri’ne giden yoldan ayrıldı ve yönünü güneye çevirdi. Gece çöktü, onlar yine de yollarına devam ettiler. Tepeler yaklaşmaya başladı ama Thrihyrne’ün yüksek zirveleri kararmakta olan gökyüzü altında seçilmez olmuştu bile. Birkaç mil kadar ileride, Batıağıl Vadisi’nin öte kısmında, yeşil bir koyak, dağlar arasında büyük bir girinti uzanıyor, bu girintiden de tepelere doğru bir vadi açılıyordu. Bu yörenin insanları, buraya sığınan eski savaşların bir cengâveri anısına buraya Miğfer Dibi diyorlardı. Miğfer Dibi’nin ağzındaki Miğfer Kapısı’nda, kuzey yönündeki uçurumdan dışarı doğru fırlamış, topuk şeklinde bir kaya vardı. Burada, bu mahmuzun üzerinde, kadim taşlardan yüksek surlar bulunuyordu; surların içinde de yüksek bir kule.

İnsanlar, Gondor’un ihtişamının yaşandığı çok eski günlerde, deniz krallarının bu kaleyi buraya devlerin elleriyle yaptırmış olduklarını söylüyorlardı. Boruşehir denirdi buraya çünkü kulede çalınan bir boru, gerisindeki Miğfer Dibi’nde sanki çoktan unutulmuş ordular, tepelerin altındaki mağaralardan savaşa çıkarmış gibi yankılanırdı. Ayrıca insanların yapmış olduğu, Boruşehir’den güneydeki uçuruma doğru uzanan başka bir sur, vadinin girişini koruyordu.

Bunun altından geçen bir su yolu ile de, Dip Deresi dışarı çıkıyordu. Dere yatağı, Borukaya diplerinde bir yerde dönüyor, sonra geniş ve yeşil, üçgen şeklindeki toprak parçasının tam ortasından geçip Miğfer Kapısı’ndan hafifçe aşağı doğru meylederek Miğfer Hendeği’ne doğru gidiyordu. Orada Dip Vadisi’ne dökülerek Batıağıl Vadisi’ne çıkıyordu. Burada, Miğfer Kapısı’ndaki Boruşehir’de, Yurt’un Batıağıl sınırlarının amiri olan Erkenbrand yaşıyordu şimdi. Günler, savaş tehdidiyle kararırken, aklıselim sahibi biri olduğu için, surları tamir ederek, kaleyi daha da sağlamlaştırmıştı.

Önden giden öncülerin bağırtılan ve boru sesleri duyulduğunda Atlılar hâlâ Koyak’ın ağzının önündeki alçak vadideydi. Karanlık içinden oklar vızıldadı. Bir öncü hızla geri gelerek, kurt binicilerinin artık vadide olduklarını, İsen Geçitleri’nden güneye doğru bir ork ve vahşi insan ordusunun aceleyle ilerlediğini, görünüşe göre de Miğfer Dibi’ne doğru geldiklerini bildirdi.

“O yöne doğru kaçarken budunumuzdan birçoklarının katledilmiş olduğunu gördük,” “Sonra başlarında bir başkan olmaksızın o yana, bu yana doğru giden dağılmış gruplara denk geldik. Erkenbrand’a ne olduğunu kimse bilmiyor gibi. Daha Miğfer Kapısı’na varmadan ele geçmesi işten bile değil; henüz öldürülmediyse elbette.”

Eomer: ”Kuzey’den gelen ordunun büyüklüğü belli mi?”

“Çok büyük. Kaçan adam, düşmanı çift görürmüş; ama yine de ben cesur yürekli adamlarla konuştum, düşmanın ana gücünün, bizim burada sahip olduğumuz gücün birkaç katı olduğundan kuşku yok.”

Eomer: “O halde tez olalım. Kale ile aramızdaki düşmanları yarıp geçelim. Miğfer Dibi’nde birçok kişinin saklanabileceği yüzlerce mağara var; oradan da gizli yollar tepelerin üzerine çıkıyor.”

Theoden: “Gizli yollara güvenme. Saruman uzun zamandır bu topraklarda casusluk yapıp duruyor. Yine de orada daha uzun süre dayanabiliriz. Haydi gidelim!”

Aragorn ile Legolas öncü kolda Eomer ile birlikte gidiyorlardı artık. Karanlık gecede yollarına devam ettiler; karanlık derinleştikçe daha da yavaşladılar. Yolları güneye doğru, dağların eteklerindeki loş kırışıklıklara doğru daha da yükselerek ilerliyordu. Önlerinde az sayıda düşman buldular. Orada burada başıboş gezen ork takımlarına rast geldiler; fakat orklar, Süvariler onlara yanlarına varıp onları biçemeden kaçtılar.

Eomer: “Pek zaman almayacak kanımca. Düşmanlarımızın başı, yani Saruman veya ileri sürdüğü komutanı her kim ise o, kralın ordusunun yaklaşmakta olduğunu anlayacak çok geçmeden.”

Arkalarında savaş söylentileri fazlalaştı. Artık, karanlıktan taşınıp gelen savaş şarkılarını duyuyorlardı. Tekrar geri baktıklarında, Dip Vadisi’nden yukarı epey tırmanmış olduklarını anladılar. Tam o sırada meşaleleri gördüler, arkalarındaki karanlık kırlara kırmızı çiçekler gibi yayılmış veya uzun titreşen sıralar halinde ovadan yukarı doğru kıvrılan ateşli ışıkların sayısız noktacı kılan. Orada burada daha büyük alevler yükseliyordu.

Aragorn: “Çok büyük bir ordu. Hemen peşimizdeler.”

Theoden: “Ateş getiriyorlar ve gelirken de ister kuru ot olsun, ister kulübe, ister ağaç, her şeyi yakıyorlar. Burası zengin bir vadiydi ve bir sürü çiftlik evi vardı. Vah halkıma ne yazık!”

Aragorn: “Keşke günü gelseydi de onların üzerlerine dağlardan bir fırtına gibi inseydik! Önlerinden kaçmak bana çok koyuyor.”

Eomer: “Daha ileriye kaçmamıza gerek yok. Miğfer Kapısı’nın iki fersah altında, koyağı bir baştan bir başa geçen eski hendek ile bir sur olan Miğfer Suru pek uzakta değil artık. Orada durup cenk edebiliriz.”

Theoden: “Hayır, Sur’u koruyamayacak kadar az sayıdayız. Surun uzunluğu bir mil kadardır, surdaki gedikse oldukça geniş.”

Eomer: “Zorda kalırsak gedikte artçılarımızın nöbet tutması gerekecek.”

Süvariler yukardaki derenin ve dere boyunca ilerleyen Boruşehir yolunun çıktıktan yer olan Sur’daki yarığa geldiklerinde ortalıkta ne yıldız vardı, ne de ay. Kale duvarı, kara bir çukurun gerisindeki yüksek bir gölge misali aniden önlerinde yükseliverdi. Onlar atlarını yukarı sürerken bir gözcü kim olduklarını sordu.

Eomer: “Yurt Hükumdarı Miğfer Kapısı’na sürüyor atını. Konuşan Eomund oğlu Eomer’dir.”

“Bu umutların ötesinde bir haber. Tez olasınız! Düşman hemen ardınızda.”

Ordu gedikten geçerek üst kısımdaki çimenlik bayırda durdu. Erkenbrand’ın Miğfer Kapısı’nı korumak için pek çok adam bırakmış olduğunu ve o zamandan bu zamana birçok kişinin de buraya kaçtığını öğrendiler memnuniyetle.

Gamling: “Bin kadar piyademiz var, ama çoğunun başından çokça kış geçmiştir benim gibi, ya da çok az kış, şuradaki oğlumun oğlu gibi. Erkenbrand’tan ne haber var mı? Miğfer Dibi’ndeki istihkâmına Batıağıl’ın en iyi Süvarileri’yle çekildiği haberi geldi bize. Ama daha buraya varmadı.”

Eomer: “Korkarım daha gelemeyecek. Öncülerimiz onun hakkında hiç haber toplayamadılar ve düşman arkamızdaki bütün vadiyi dolduruyor.”

Theoden: “Umarım kaçmıştır. Kudretli bir adamdı. Onda Miğfer Balyozel’in bahadırlığı yeniden yaşam bulmuştu. Ama onu burada bekleyemeyiz. Artık bütün gücümüzü surların ötesine çekmeliyiz. Yeterince tedarikli misiniz? Biz yanımızda çok az erzak getirdik, çünkü açık cenge sürmüştük atlarımızı, bir yeri kuşatmaya değil.”

Gamling: “Arkamızda, Miğfer Dibi’nin mağaralarında Batıağıl’ı surunun üç bölümü var, yaşlısı genci, kadını çocuğu, ama çokça yiyecek, bir sürü hayvan ve yemleri de orada toplandı.”

Eomer: “Bu çok iyi, vadide bırakılan her şeyi ya yakıyorlar ya da mahvediyorlar.”

Gamling: “Eğer mallarımıza el koymak için Miğfer Dibi’ne gelecek olurlarsa, bunu pahalıya ödeyecekler.

Kral ile Süvariler geçmeye devam ettiler. Dere geçidinde attan indiler. Uzun bir sıra halinde atlarını rampadan çıkartarak, Boruşehir kapılarından içeri soktular. Burada büyük bir neşe ve yeniden yeşeren umutlarla karşılandılar; çünkü artık hem kasabada, hem de surlarda görevlendirilebilecek kadar adam vardı.

Eomer süratle adamlarını hazırladı. Kral ve maiyeti Boruşehir’deydiler; ayrıca burada Batıağıl halkından da epey adam vardı. Fakat Eomer sahip olduğu gücün büyük bir bölümünü Dip Surları’na, surların kulesine ve gerisine dizdi, çünkü eğer saldırı kararlı ve büyük bir güçle yapılacak olursa buranın savunması daha zordu.

Dip Surları yirmi ayak yüksekliğindeydi ve çok kalındı surların içlerinden ok atılabilecek gedikler vardı. Bu mazgallı siperlere Boruşehir’in dış avlularındaki bir kapıya inen bir merdivenle ulaşılabiliyordu; gerideki Miğfer Dibi’nin surlarına da üç kat merdivenle gidilebiliyordu; fakat ön yüzü dümdüzdü ve surlardaki koca taşlar öyle büyük bir hünerle yerleştirilmişti ki, birleşme yerlerinde ayak basacak yer bulunmuyordu; surun en tepesi, denizin oymuş olduğu bir uçurum gibi havada asılı kalmıştı.

Gimli surdaki siperliğe dayanmış duruyordu. Legolas siperliğin üzerine oturmuş yayıyla oynuyor, karanlığa doğru bakıyordu.

Gimli: “Şimdi keyfim yerine geldi işte, dağlara yaklaştıkça yüreğim daha da canlanır. Buradaki taşlar güzel. Bu ülkenin sağlam kemikleri var. Surları çıkarken ayaklarımın altında hissettim. Bana bir yıl müddet ve soyumdan yüz kişi verin, burasını orduların üzerine kırılan dalgalar gibi çarpıp parçalanacağı bir yer haline getireyim.”

Legolas: “Buna hiç kuşkum yok. Lâkin sen bir cücesin ve cüceler garip bir halktır. Ben burasını sevmedim; gün ışığında da daha fazla sevmeyeceğim belli. Ama sen benim içimi rahatlatıyorsun Gimli; üstelik senin yakınlarda bir yerde, güçlü kuvvetli bacakların üzerinde, güçlü baltanla duruyor olman beni memnun ediyor. Yanımızda senin soyundan daha çok kişinin bulunuyor olmasını dilerdim. Ama her şeyden çok Kuyutorman’ın iyi okçularından yüz kişi isterdim. Onlara ihtiyacımız olacak. Rohirrimler’in kendilerine göre iyi okçuları var ama burada çok azlar, çok az.”

Zaman yavaş geçiyordu. Uzakta, vadide dağınık ateşler hâlâ yanıyordu, Isengard orduları artık sessizlik içinde ilerliyordu. Meşalelerinin, koyağı sıra sıra dolanıp çıktığı görünüyordu.

Aniden Sur’dan, bağırtılar, çığlıklar ve öfke dolu savaş naraları patlak verdi. Surun kenarından aşıp, gedikte sık bir biçimde biriken alevli odunlar göründü. Sonra bunlar dağılarak gözden kayboldu. Adamlar kırlardan dörtnala gelip, Boruşehir kapısına giden rampayı çıktılar. Batıağıl artçıları içeri sürülmüşlerdi.

“Düşman kapıda! Elimizdeki son oka kadar hepsini harcadık ve Sur’u ork cesetleriyle doldurduk. Fakat bu onları fazla alıkoymaz. Daha şimdiden, karınca sürüsü gibi birçok noktadan tepeye tırmanmaya başladılar bile. Ama onlara meşale taşımamaları gerektiğini öğrettik.”

Artık geceyarısını geçmişti. Gökyüzü tamamen kararmıştı ve ağır havanın durağanlığı fırtınayı haber veriyordu. Aniden bulutlar gözleri kör eden bir şimşekle dağlandı. Dallanıp budaklanan şimşek batıdaki tepelere doğru indi. Bir bakımlık an içinde, surlardaki gözcüler kendileri ile Miğfer Suru arasındaki mesafeyi beyaz bir ışık altında gördüler: Kimi bodur ve geniş, kimi uzun ve çirkin, uzun miğferli, samur renkli kalkanlar, kara kara şekiller kaynıyor, kıpırdaşıyordu. Yüzlerce ve yüzlercesi Miğfer Suru’ndan aşıp gedikten geçerek yerlerine yerleşiyordu. Kara akıntı, uçurumdan uçuruma surlara doğru akıyordu. Vadide bir gökgürültüsü gümbürdedi. Yağmur kamçılarcasına yağmaya başladı.

En az yağmur kadar sık oklar siperin üzerinden vızıldayarak geldi ve tınlayarak taşlara çarpıp sekti. Bazıları bir hedef buldu. Miğfer Dibi taarruzu başlamıştı ama içeriden ne bir ses, ne bir meydan okuma duyulmuştu; karşılık olarak hiç ok atılmıyordu.

Saldıran ordular, kayaların ve surun karşısında durdular. Orklar çığlıklar atıp, kılıç ve kalkanlarını sallamaya başladılar ve siperler üzerinde açıkta duran her şeye bulut halinde oklar fırlattılar; şaşkınlık içindeki Yurtlular, savaş fırtınasıyla savrulan koca bir tarla dolusu karadan gibi görünen düşmana baktılar; her bir başak dikenli ışıkla parlıyordu.

Pirinç borular öttü. Düşman ileri atıldı, kimi Dip Surları’na, kimi Boruşehir kapılarına çıkan rampaya ve geçide doğru. Buraya en iri orklar ve Dunland kırlarının en vahşi adamları toplanmıştı. Bir an için tereddüt ettikten sonra ilerlemeye devam ettiler. Şimşek çaktı, üzerine İsengard’ın korkunç elinin işlenmiş olduğu her bir miğfer ve kalkan göründü. Kayanın zirvesine vardılar; kapılara doğru ilerlediler.

Derken sonunda bir cevap geldi: Bir ok fırtınası ve taş sağnağı karşıladı onları. Dalgalandılar, dağıldılar ve geri kaçtılar, sonra yeniden saldırdılar, dağıldılar, yeniden saldırdılar; ve her seferinde, kabaran deniz gibi daha yüksekte bir noktada durdular.

Miğfer Dibi Savaşı

Yeniden borular çalındı ve gürleyerek bastıran adamlar ileri doğru hamle etti. Arkalarında ork okçular toplaşmış, surlardaki okçulara sağnak halinde ok yolluyorlardı. Kapılara vardılar. Güçlü kollar tarafından savrulan ağaçlar kulakları yırtan bir gümbürtüyle kalaslara kuvvetle vurdu. Yukardan hızla fırlatılan taşlarla ezilip düşen her bir kişinin hemen iki kişi alıyordu. Koca koçbaşları tekrar tekrar savrulup kapılara vurdu.
Eomer ile Aragorn Dip Surları’nda yan yana duruyorlardı. Seslerin uğultusunu ve koçbaşlarının gümbürtüsünü duydular; sonra aniden parlayan bir ışıkta kapılardaki tehlikeyi gördüler.

Aragorn: “Haydi “Birlikte kılıçlarımızı çekme vakti geldi!”

Koşturarak sur boyunca hızla ilerlediler, basamaktan çıktılar ve Kaya üzerindeki dış avluya geçtiler. Koşarlarken bir avuç kadar güçlü kuvvetli, kılıç kuşanmış adam topladılar yanlarına. Kasaba surunun batı tarafında, köşede, uçurumun sur ile birleşecek şekilde uzandığı yerde, küçük bir yan kapı vardı. O tarafta dar bir patika sur ile Kaya’nın dik kenarı arasından büyük kapıya doğru dolanıyordu. Eomer ile Aragorn birlikte kapıdan fırladılar, adamları da yakından onları izledi. Kılıçlan, tek bir kılıçmışçasına kınlarından şimşek gibi çıktı.

Eomer: “Guthwine!””Yurt adına Guthwine!”

Aragorn: “Anduril!” “Dunedain adına Anduril!”

Yandan saldırarak vahşi adamların üzerine hızla atıldılar. Anduril bir kalktı,bir indi parlayarak. Surun üzerinde ve kulede bir bağırışmalar oldu:

“Anduril! Anduril savaşa giriyor. Kırılmış olan Kılıç yeniden parlıyor!”

Dehşete düşen koçbaşı taşıyıcıları ağaçlan ellerinden bırakarak vuruşmak için döndüler; ama kalkandan duvarları şimşek gibi bir vuruşla dağıldı, onlar da bir anda ya biçildiler ya da Kaya’nın aşağısındaki taşlı dereye devrilerek süpürülüp gittiler. Ork okçular bir süre deliler gibi atış yaptıktan sonra kaçıştılar.

Eomer ve Aragorn kapıların önünde durdular bir an için. Gök gürültüsü artık uzaktan gümbürdüyordu. Şimşekler hâlâ Güney’deki dağlar arasında, uzaklarda oynaşıyordu.
Kuzey’den yeniden sert bir yel esmeye başlamıştı. Bulutlar parçalanmış, sürükleniyorlardı; yıldızlar aralardan bakmaya başladılar; Ay, Koyak tarafındaki tepelerin üzerinden batıya doğru ilerliyor, fırtına enkazı arasından sarı sarı parlıyordu.

Aragorn: Zamanında gelemedik.

Koca menteşeler ve kol demirleri eğrilmişti; kütüklerin çoğu çatlamıştı.

Orklar mutluluk naraları atıyordu. İsengard için zafer yakındı.

Daha şimdiden koca bir ork ve insan yığını derenin gerisinde toplanmaya başlamıştı.

Oklar ıslık çalarak etraflarındaki taşlar üzerinden sekiyordu.

Dönüp koştular. Tam o anda, katledilmiş olan orklar arasında hareketsizce yatan bir düzine kadar ork ayağa fırladı, hızla ve sessizce peşlerinden geldi, ikisi Eomer’in ayaklarına doğru atılarak onu çelmelediler; kaşla göz arasında üzerine atlamışlardı bile. Fakat o ana kadar hiç kimsenin dikkatini çekmemiş olan kara ve ufak bir şekil ileri doğru atılarak boğuk bir nara savurdu:

Gimli: Baruk Khazâd! Khazâd ai-menu!

Bir balta savrularak ortalığı sildi süpürdü, iki ork kellesiz yere düştü. Kalanlar kaçtı. Eomer, tam Aragorn dönmüş onun yardımına koşarken, sendeleyerek ayağa kalktı.
Yan kapı yeniden kapatıldı, demir kapı içerden sürgülendi ve arkasına taşlar yığıldı, içeride her şey emniyete alındıktan sonra Eomer döndü:

Eomer: “Sağolasın Gloin oğlu Gimli! Saldırırken yanımızda olduğunu anlamamıştım. Ama genellikle beklenmedik konuklar, en sağlam dost çıkarlar. Oraya nasıl geldin?”

Gimli: “Uykumu dağıtmak için sizi izledim, ama baktım ki dağlılar bana göre çok büyük, ben de bir taş üzerine oturup sizin kılıç oyunlarınızı seyredeyim dedim.”

Eomer: “Borcumu ödemem pek kolay olmayacak,”

Gimli: “Gece bitmeden bir sürü şansın olabilir, ama ben halimden memnunum. Şimdiye kadar, Moria’dan çıktığımızdan beri odundan başka bir şey biçmemiştim. İki oldu bile”

Legolas: “İki mi? Benim listem daha kabarık; ama artık kullanılmış ok aramam gerekecek, benimkilerin hepsi bitti de. Buna rağmen benim hikâyem en azından yirmi kişilik. Ama bu da ormanda birkaç yaprak sayılır ancak.”

Gökyüzü artık çabuk çabuk açılıyor ve alçalan ay pırıl pırıl parlıyordu. Ama aydınlık Yurt Süvarileri’ne çok az umut getirdi, önlerindeki düşman azalacağına artmıştı sanki; hâlâ çok sayıda düşman vadideki yarıktan içeri doluşup duruyordu. Kaya’daki saldırı sadece kısa bir vakit kazandırmıştı onlara. Kapılara yapılan taarruz iki misline çıkmıştı, İsengard orduları Dip Surları’nın üzerine doğru bir deniz gibi güdüyordu. Uruk-hai ile dağlılar surların dibinde bir uçtan bir uca kaynaşıyordu. Uçlarında çengeller olan ipler, siperlerin üzerinden savunucuların kesmesine veya geri atmasına imkân bırakmayacak bir hızla fırlatılmaya başladı.

Yüzlerce uzun merdiven dayandı. Birçoğu parçalanarak aşağı atıldı ama yerlerini çok daha fazla sayıda merdiven aldı ve orklar bu merdivenlerin üzerine Güney’in karanlık ormanlarındaki maymunlar gibi sıçradı, ölüler ve yaralılar sur dibine yığıldı; bu korkunç yığın durmadan yükseldi ama düşman gelmeye devam ediyordu. Rohan’lı adamlar yorulmuştu. Bütün okları bitmiş, bütün mızraktan atılmıştı; kılıçlan çentilmiş, kalkanları yarılmıştı. Aragorn ve Eomer üç kez canlandırmıştı onları, üç kez Anduril düşmanı surlardan uzaklaştıran çılgın bir hamleyle şimşekler çakmıştı.

Derken Miğfer Dibi’nin gerisinde bir yaygara yükseldi. Orklar fareler gibi, derenin aktığı su yolundan sürünüp girmişlerdi. Orada uçurumların gölgesi altında toplanmışlar ve yukardaki taarruz en sıcak anına gelinceye ve savunmadaki adamların hemen hemen hepsi surların tepesine koşuncaya kadar beklemişlerdi. Ondan sonra ileri atılmışlardı. Daha şimdiden birkaç tanesi Miğfer Dibi’nin ağzından geçmiş, atların arasına girmiş, muhafızlarla boğuşuyordu.

Gimli, uçurumlarda yankılanan hiddetli bir nara ile duvardan aşağı atladı.” Khazâd! Khazâd!” Az sonra istemediği kadar iş vardı elinde.

Gimli: “Ay, oy! Orklar suru aştı. Ay-oy! Haydi Legolas! İkimize de yetecek kadar var. Khazâd-ai-menu”

Yaşlı Gamling Boruşehir’den aşağıya baktı ve bütün o kargaşanın arasından cücenin o gür sesini duydu.

Gimli: “Orklar Miğfer Dibi’nde!””Miğfer! Miğfer! İleri Miğferliler!”

Hücumları hiddetli ve aniydi; orklar çekilmeye başladı. Çok geçmeden surların dar yerlerinde sıkıştılar ve hepsi ya öldürüldü ya da çığlıklar atarak Miğfer Dibi’nin kanyonlarına, gizli mağaraların muhafızlarının eline düştüler.

Gimli: “Yirmi bir! Benim sayım Efendi Legolas’ınkini geçti yine.”

Gamling: “Bu fare deliğini tıkamamız gerek. Cücelerin taşlar konusunda marifetli olduklan söylenir. Bizden yardımını esirgeme usta!”

Gimli: “Biz taşlara savaş baltaları veya tırnaklarımız ile şekil vermeyiz, ama elimden geldiğince yardım ederim.”

Ellerinin altında bulabildikleri yuvarlanmış küçük kayalar ile kırılmış taşlan topladılar, Gimli’nin nezareti altındaki Batıağıllı adamlar, sadece daracık bir çıkış kalıncaya kadar su kemerinin iç kısmını kapattılar. Sonra yağmur ile kabarmış olan Miğfer Dibi deresi, tıkanan yolu üzerinde çalkalanıp köpürdü ve yavaş yavaş uçurumdan uçuruma soğuk su birikintileri halinde yayıldı.

Gimli: “Yukarısı daha kuru olacak. Gel Gamling, surun tepesinde işler ne âlemde bir bakalım!”

Yukarı tırmanınca Legolas’ı, Aragorn ile Eomer’in yanında buldu. Elf, uzun bıçağını biliyordu. Su kemerinden içeri sızma girişimleri engellendiğinden beri, bir süre için taarruzda bir durgunluk olmuştu.

Gimli: “Yirmi bir!”

Legolas: “Âlâ! Ama benim sayım artık iki düzine oldu. Yukarıda biraz bıçak oyunu oldu da.”

Eomer ile Aragorn yorgun bir biçimde kılıçlarına dayanmışlardı. Sollarında, uzakta, Kaya’da savaşın takırtısı ve yaygarası yeniden yükseldi. Ancak Boruşehir tıpkı denizdeki bir ada gibi hâlâ dayanıyordu. Kapıları harap olmuştu; fakat kirişlerden ve taşlardan oluşan barikatı hiçbir düşman aşamamıştı henüz.

Aragorn solgun yıldızlara ve artık vadiyi çevreleyen batı tepelerinin ardına doğru meyletmeye başlamış olan aya baktı.

Aragorn: “Yıllar kadar uzun bir gece bu. Gün daha ne kadar ayak direyecek?”

Gamling: “Şafak çok uzak değil, ama korkarım şafağın bize pek yararı olmayacak.”

Aragorn: “Yine de şafak hep insanların umudu olmuştur,”

Gamling: “Ama bu Isengard yaratıkları, Saruman’ın kötü düzenlerinin ürünü olan bu yarı orklar ve gulyabani adamlar, onlar güneşten yılmazlar. Dağlılar da pek aldırmazlar. Seslerini duymuyor musunuz?”

Eomer: “Duyuyorum, ama benim kulaklarıma yalnızca kuşların çığlıkları veya hayvanların böğürmeleri gibi geliyor.”

Gamling: “Yine de aralarında Dunland dilinde bağrışan epey kişi var. Ben o dili bilirim, insanların kadim bir dilidir, bir zamanlar Yurt’un batı vadilerinde konuşulurdu. Duyasınız! Bizden nefret ediyorlar ve hallerinden memnunlar; çünkü sonumuzun geldiğinden eminler. ‘Kral, kral!’ diye bağırıyorlar. ”Krallarını yakalayacağız. Forgoil’e ölüm! Samankafalara ölüm! Kuzey’in hırsızlarına ölüm!’ Bize böyle adlar takıyorlar. Beş yüz yıldır Gondor hükümdarının Yurt’u Genç Eorl’a verip onunla ittifak yaptığında duydukları kederi unutamadılar. O eski nefreti ateşledi Saruman. Artık ne akşam karanlığı, ne şafak dinlerler, Theoden’i ele geçirinceye veya kendileri yok oluncaya kadar.”

Aragorn: “Yine de gün bana umut getirecek. Eğer insanlar savunursa Boruşehri kimsenin alamayacağı söylenmez mi?”

Eomer: “Ozanlar öyle diyor,”

Daha onlar konuşurken yüksek boru sesleri duyuldu. Sonra bir çatırtı, şimşek gibi bir alev ve duman görüldü. Miğfer Dibi deresinin suları tıslayarak ve köpürerek döküldü: Artık sular boğulmuyordu, surda koca bir ağız gibi açılan bir delik patlak vermişti. Bir kara şekiller ordusu buradan içeri aktı.

Aragorn: Saruman’ın şeytanlığı! Biz konuşurken yeniden su kemerinden sızmışlar, ayaklarımızın dibinde Orthanc’ın ateşini yakmışlar. Elendil, Elendil!”

Ama tam o atlarken mazgallı siperlere yüzlerce merdiven birden dayandı. Surun üzerinden ve altından son taarruz, kumdan bir tepeyi süpüren kara bir dalga gibi geldi. Savunma silinip süpürülmüştü. Süvariler’in bir kısmı geriye, gitgide Dip’in daha da içlerine çekilmiş, çekilirken düşüp çarpışarak, adım adım mağaralara doğru gerilemişti. Diğerleri geriye, hisara doğru yollarını açmaya çalışıyordu.

Geniş bir merdiven Dip’ten Kaya’ya ve Boruşehir’in arka kapısına doğru tırmanıyordu. Aşağılarda bir yerde Aragorn duruyordu. Elinde Anduril hâlâ ışıldıyordu; birer birer merdivene varabilen düşmanlar kapıya doğru geçerken, kılıcın dehşeti onları bir süre alıkoydu. Daha yukarıdaki basamaklarda Legolas diz çökmüştü. Yayı gerilmişti fakat elinde tek bir ok kalmıştı ve merdivene yaklaşmaya cüret eden ilk orku vurmak için dikkatle bakıyordu.

Aragorn geri dönerek merdivenden hızla yukarı çıktı; ama koşarken yorgunluktan tökezledi. Derhal ileri atıldı düşmanları. Bağırarak geldi orklar, uzun kollarını onu yakalamak için uzattılar. En öndeki, Legolas’ın son okunun boynuna saplanmasıyla öldü ama geri kalanlar onun üzerinden atlayarak ilerledi. Derken yukardaki dış surlardan koy verilen kocaman bir kaya merdivene çarptı ve onları Miğfer Dibi’ne geri fırlattı. Aragorn kapıya ulaştı ve hızla çarpılarak kapandı kapı.

Aragorn artık hisara geçmişti. Orada üzüntüyle, Eomer’in Boruşehir’e varamadığını öğrendi.

Piyade: “Hayır, Kaya’ya gelmedi. En son olarak onu, etrafına adamlarını toplamış, Miğfer Dibi’nin ağzında çarpışırken gördüm. Gamling de onunlaydı, cüce Gimli de; ama ben onların yanına varamadım.”

Aragorn uzun adımlarla iç avludan geçip kulenin üst bölümüne çıktı. Dar pencerenin önünde kapkara görünen kral burada durmuş vadiye bakıyordu.

Theoden: “Haberler nedir Aragorn?”

Aragorn: “Miğfer Dibi Suru’nu aldılar beyim; bütün müdafaa çöktü; ama beri yandaki Kaya’ya çok kişi kaçtı.”

Theoden: “Eomer burada mı?”

Aragorn: “Hayır beyim. Ama adamlarınızın çoğu Dip’e geri çekildi ve bazıları Eomer’in onların arasında olduğunu söylüyor. Dar yerlerde düşmanı durdurup mağaralara girebilirler. O zaman şansları ne olur bilemem.”

Theoden: “Bizden daha fazla olur. Epey erzakları olduğu söyleniyor. Oradaki hava da, yukarıdaki kayalardaki yarıklardan oluşan hava bacaları nedeniyle, hoştur. Kimse, kararlı adamları yararak içeri giremez. Uzun süre dayanabilirler.”

Eomer: “Fakat orklar Orthanc’tan şeytanlıklar getirmiş, patlayan bir ateşleri var; onunla Sur’u aldılar. Eğer mağaralara giremezlerse, içeridekileri oraya hapsedebilirler. Ama artık kendi savunmamızı düşünmeliyiz biz.”

Theoden: “Bu hapiste yıpranıyorum. Eğer adamlarımın önünde at sürerken mızrağımı huzur içinde bir yere saplayabilseydim, belki o zaman yeniden cenk alanının neşesini hisseder ve böylece ererdim sonuma. Ama burada pek bir işe yaramıyorum. Boruşehir’in bugüne kadar hiç düşmediğini söylerler, ama artık gönlümde bir kuşku var. Dünya değişiyor ve bir zamanlar güçlü görünenlerin artık güvenilmez olduğu çıkıyor ortaya. Hangi kule bu denli kalabalığa ve bu kadar gözü dönmüş bir nefrete ayak direyebilir? Isengard’ın gücünün bu kadar büyüdüğünü bilseydim, Gandalf’ın bütün hünerine rağmen, onlarla karşılaşmak için bu kadar gözüpekçe ileri atılmazdım belki. Verdiği öğüt, sabah güneşi altında görüldüğü kadar hoş görünmüyor şimdi.”

Aragorn: “Her şey olup bitinceye kadar Gandalf’ın öğüdü hakkında bir hükme varmayın, beyim.”

Theoden: “Sona pek fazla zaman kalmadı, ama benim sonum. burada, tuzağa düşmüş yaşlı bir porsuk gibi olmayacak. Karyele, Külteri ile gözcülerimin atları iç avluda. Şafak sökünce adamlara Miğfer’in borusunu çalmalarını buyuracağım ve atımı ileri süreceğim. O zaman benimle sürer misin atını Arathorn oğlu? Belki bir yol açıp şanımıza yakışır bir son buluruz tabii arkamızda kalıp bize ağıt yakacak biri olursa.”

Aragorn: ” Atımı seninle sürerim, Thengel oğlu Theoden”

Aragorn surlara geri gitti, adamları yüreklendirerek, saldırının en sıcak olduğu yerlerde yardımını esirgemeyerek bütün surları bir döndü. Legolas da onunla geldi. Aşağıdan patlayan ateşler yukarıya doğru sıçrayarak taşlan sarsıyordu. Kancalı ipler fırlatılıyor, merdivenler dayanıyordu. Tekrar tekrar orklar dış surların tepesine çıkıyor ve savunmacılar tekrar onları aşağı atıyordu.

Sonunda Aragorn düşmanın oklarına kulak asmayarak büyük kapının üzerinde durdu.

Bakarken doğuda göğün solmaya başladığını gördü. Boş elini başparmağı dışarı gelecek şekilde, ateşkes işareti olarak kaldırdı.

Orklar naralar atarak alay ettiler.

Uruk-Hai: “Aşağıya gel! Aşağıya gel! Eğer bizimle konuşmak istiyorsan aşağıya gel! Kralını da dışarı çıkar! Bizler savaşan Uruk-hai’leriz. Eğer kendi gelmezse biz onu deliğinden çıkartırız. Sıvışıp gizlenen kralınızı çıkartın ortaya!”

Aragorn: “Kral isterse gelir, isterse kalır.”

Uruk-Hai: “O halde sen burada ne yapıyorsun? Neden bakınıyorsun? Ordumuzun büyüklüğünü mü görmek istiyorsun? Bizler savaşan Uruk-haileriz.”

Aragorn: “Kimse yeni günün neler getireceğini bilemez. İşler sizin aleyhinize dönmeden gidin. Daha hiçbir düşman Boruşehir’i alamadı. Gidin, yoksa bir tekiniz bile sağ kalmaz. Geriye, Kuzey’e haber götürecek tek bir ork bile canlı bırakılmayacak, içinde bulunduğunuz tehlikeyi bilmiyorsunuz.”

Orada, düşman ordularının önündeki yıkıntı halindeki kapıların üzerinde tek başına dururken o kadar büyük bir güç ve öyle bir krallık havası taşıyordu ki Aragorn, vahşi adamların birçoğu durup omuzları üzerinden geriye vadiye baktılar; bazıları da kuşkuyla gökyüzüne baktı. Ama orklar yüksek sesle güldüler; bir ok ve mızrak sağnağı başladı ve Aragorn aşağıya atladı.

Bir gümbürtü duyuldu; bir ateş topu daha patladı. Biraz önce üzerinde durduğu kapının kemeri ufalanıp tozu dumana katarak çöktü. Barikat, sanki yıldırım düşmüş gibi dağıldı. Aragorn kralın kulesine koştu.

Fakat tam etraftaki orklar saldırmaya hazırlanarak bağırışıyordu ki, arkalarında, uzaktaki bir rüzgâr gibi bir mırıldanmadır başladı ve şafakla birlikte gelen garip bir haberle haykıran bir sürü sesin çıkardığı bir yaygaraya dönüştü. Kaya’nın üzerindeki orklar, dehşet söylentilerini duyup dalgalanarak geriye baktılar. O zaman yukarıdaki kuleden ani ve korkunç bir biçimde, Miğfer’in büyük borusu öttü.

Sesi duyan herkes titredi. Orkların çoğu kendilerini yüzükoyun yere atıp kulaklarını pençeleriyle kapattı. Miğfer Dibi’nden yankılar, üst üste boru sesleri geldi, sanki her bir uçurum ve tepede kudretli bir haberci duruyormuş gibi. Fakat surlardaki adamlar yukarı bakıp merakla dinlediler; çünkü yankılar bitmek bilmiyordu. Boru sesleri durmadan tepeler arasında dolaşıyordu; artık daha yakından ve daha yüksek olarak birbirlerine cevap veriyorlar, hiddetle ve özgürce bağırıyorlardı.

“Miğfer! Miğfer! Miğfer uyandı ve savaşmak için geri geliyor. Theoden Kral için Miğfer geliyor!”

Ve bu bağırışlarla kral geldi. Atı kar gibi beyazdı, kalkanı altındandı ve mızrağı uzundu. Sağ yanında Aragorn vardı, Elendil’in varisi; onun arkasından Genç Eorl Hanedanı’ndan beyler geliyordu. Gökyüzü ışıkla aydınlandı. Gece uzaklaştı.

Bir nara ve büyük bir gürültüyle saldırdılar. Kapılardan aşağıya coşarak aktılar, geçitten süpürüp geçtiler ve İsengard orduları arasından, otlar arasındaki yel gibi geçip gittiler. Arkalarında, Miğfer Dibi’nden, mağaralardan çıkan ve düşmanı süren adamların naraları duyuluyordu. Kaya’da bırakılan bütün adamlar akmaya başladı. Ve tepelerde çalınan boru sesleri durmadan yankılandı.

Miğfer

Atlarını sürmeye devam etti kral ile yoldaşları. Önlerindeki komutanlar ve savaşçılar ya düşüyor, ya kaçıyordu. Ne ork, ne insan karşı durabildi onlara. Arkaları Süvariler’in kılıçlarına ve mızraklarına, yüzleri de vadiye dönmüştü. Orklar bağırıştılar, ağlaştılar, çünkü günün yükselmesiyle hem korkuya hem de büyük bir hayrete kapılmışlardı.
Böyle çıktı Kral Theoden Miğfer Kapısı’ndan ve yolunu büyük Hendek’e doğru yararak açtı. Grup orada durdu. Etraflarındaki ışık parlaklaştı. Güneşin mızrak gibi ışıkları doğru tepelerin üzerinde alevlendi ve mızraklarının üzerinde oynaştı. Fakat onlar atlarının üzerinde sessizce oturdular ve Miğfer Dibi Koyağı’na baktılar.

Manzara değişmişti. Daha önceleri yeşil vadinin olduğu yerde, durmadan yükselen tepeleri örten çimenlik yamaçlarda, artık bir orman yükseliyordu. Kocaman ağaçlar, çıplak ve sessiz duruyordu, sıra sıra, birbirine dolanmış dalları ve kır başlarıyla; büklüm büklüm kökleri uzun yeşil otlar arasına gömülmüştü. Altlarında karanlık vardı. Hendek ile bu isimsiz ormanın kenarı arasında sadece iki fersah açıklık vardı. Bu açıklığa Saruman’ın mağrur ordularını sinmişti; kral ile ağaçların dehşeti arasında. Hendek’in tepesi onlardan tamamen arınıncaya kadar Miğfer Kapısı’ndan aşağı doğru aktılar, ama Hendek’in altında kaynaşan sinekler gibi toplaştılar. Koyağın kenarlarından sürünerek tırmanıp kaçmak için boşu boşuna fırsat kolladılar. Vadinin doğu yanı çok dik ve çok taşlıktı; soldan, batıdan ise kaçınılmaz sonları yaklaşıyordu.

Orada, aniden tepenin sırtından bir atlı belirdi; beyazlara bürünmüştü, doğan güneşte parlıyordu. Daha alçak tepelerde borular çalınıyordu. Onun gerisinde, yamaçtan aşağıya aceleyle inen bin kadar piyade vardı; kılıçları da ellerindeydi. Tam ortalarında uzun boylu ve güçlü bir adam yürüyordu iri adımlarla. Kalkanı kırmızıydı. Vadinin kenarına gelince, büyük siyah bir boruyu dudaklarına götürdü ve gür bir sesle üfledi.

Legolas: “Mithrandir, Mithrandir! Bu gerçekten de büyücülük! Haydi! Büyü bozulmadan şu ormana bir bakmak istiyorum.

İsengard orduları gürledi, bir o yana bir bu yana savrulup, korkudan korkuya yönelerek. Yeniden boru çalındı kuleden. Kralın grubu Hendek’teki gedikten saldırdı. Batıağıl’ın efendisi Erkenbrand tepelerden sıçradı. Aşağı sıçradı Gölgeyele, dağlarda kendinden emin adımlarla sıçrayan bir ceylan gibi. Ak Süvari tepelerine indi, onun gelişinin yarattığı dehşet düşmanı çıldırtmıştı. Vahşi adamlar onun önüne yüzükoyun kapandılar. Orklar dönerek bağrıştılar ve hem kılıçlarını, hem mızraklarını fırlatıp attılar. Gitgide artan bir rüzgâr önündeki kara bir duman gibi kaçtılar. Bağıra çağıra ağaçların kucak açmış gölgeleri altına girdiler ve o gölgeden hiçbiri canlı olarak çıkmadı bir daha.

Öylece, güzel bir sabahın aydınlığında Kral Theoden ile Ak Süvari Gandalf yeniden, Miğfer Dibi Deresi’nin yeşil çimenleri üzerinde karşılaştılar. Arathorn oğlu Aragorn da oradaydı; elf Legolas da; Batıağıl’dan Erkenbrand da. Altın Ev’in beyleri de. Etraflarında Yurt’un Süvarileri Rohirrimler toplanmıştı: Zaferle gelen neşeleri meraklarına yenilmiş; gözleri ormana doğru çevrilmişti.

Aniden güçlü bir haykırış duyuldu ve Miğfer Dibi’ne sürülmüş olanlar Hendek’ten çıkageldiler. Yaşlı Gamling ve Eomund oğlu Eomer de aralarındaydı, yanlarında da cüce Gimli yürüyordu. Miğferi yoktu ve başında kanla ıslanmış keten bir sargı vardı; ama sesi yüksek ve güçlüydü.

Gimli: “Kırk iki, Efendi Legolas!” “Heyhat! Baltam çentik çentik oldu: Kırk ikincisinin boynunda demirden bir tasma vardı. Sen ne alemdesin?”

Legolas: “Bir fazlasıyla benim sayımı geçmişsin, ama sana yenilmek hiddetlendirmiyor beni, seni tekrar bacaklarının üzerinde görmek o kadar hoş ki!”

Theoden: “Hoşgeldin Eomer, kızkardeşim oğlu! Şimdi seni sağ salim görünce gerçekten mutlu oldum.

Eomer: “Selam olsun sana Yurt’un Hükümdarı! Karanlık gece geçti, gün yeniden erdi. Ama gün tuhaf haberler ulaştırdı. Gandalf, bir kez daha tam gereksinim anında ve hiç beklenmezken geldin.”

Gandalf: “Olabilir. Lâkın eğer öyle ise henüz marifetimi göstermedim. Tehlike içindeyken iyi bir öğüt verdim ve Gölgeyele’nin hızını iyi kullandım o kadar. Sizin kendi bahadırlığınız ve bütün gece durmadan yürüyen Batıağıllı adamların güçlü bacakları daha çok iş başardı.”


Eğer Orta Dünya hayranıysanız, bizi TwitterInstagram ve Facebook üzerinden takip etmeyi unutmayın!

Yüzüklerin Efendisi dizisiyle ilgili son haberleri takip etmek için portalımıza, Orta Dünya ile ilgili tartışmalara katılmak için de forumumuza mutlaka bir göz atın.

YouTube ve Twitch kanallarımıza da bekleriz.

Mutlaka Okuyun!

entler

Entler

Yaşlı gözlere garip bir bakış, bir çeşit uyanıklık geldi; derin kuyular örtüldü. “Ham, şimdi,” diye …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir